1 Haziran 2011 Çarşamba

Zülkarney Kıssası



Kuran’ın bu konuda da belirttiği gerçekler, benim tespit ve anlayışıma göre insanı hayretler içerisinde bırakacak türdendir. Şöyle ki:


GÖKLERDE VE YERDE OLANLARIN HEPSİ İSTER İSTEMEZ ALLAH’A SECDE EDERLER:

Kuran’ın Allah kelamı olduğunun bir ispatı da fen bilimlerine ters düşmemesidir. Özellikle son bir asırdır fen bilimleri sahasında birçok keşifler yapılmıştır. Kuran’ın indiği zaman ve mekanda gerek Dünya halkları gerekse Arap’lar bu fen bilimlerinden habersiz oldukları gibi, Araplar ümmi kimseler idiler; diğer bir ifade ile kitap tahsili olmayan bir kitleyi teşkil etmekteydiler. Eğer ki Kuran hiçbir fen biliminden bahsetmemiş olsaydı fen bilimlerine ters düşüp düşmemesi de söz konusu olmayacaktı. Fakat bahsetmesine rağmen modern ilimlere ters düşmediği gibi, modern ilimler tarafından doğrulanması çok önemli bir husustur. Zira böylece kul sözü olmadığı, Allah kelamı olduğu neticesine kolayca varmak mümkündür. Eğer ki aksi iddia edilirse o zaman nasıl olurda modern bilimlerin son bir asırdır keşfettiği fen bilgilerini “Kitap Tahsili” olmayan bir şahsın nasıl bildiği sorusu gündeme gelmiş olur. Dünya yüzünde hiç kimse böyle bir soruya Kuran’ın Allah kelamı olduğunu dikkate almadan mantıklı bir cevap veremez. Ayrıca bu konulardan bahsedilmesinin rast gele olmayıp, bilerek ve amaçlı olduğunun Kuran’da belirtilmiş olması diğer önemli bir husustur. Şöyle ki; Kuran’dan mealen:

-- Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kuran)n’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, (her şeyi görmesi sana) yetmez mi? 41/53

Allah ayetlerin kendi tarafından indirildiğini ispat açısından iyice belli olması için, ayetleri hem şahısların nefislerinde, hem de afakta yani dış dünyalarında göstereceğini vaat etmektedir. Böylece ayetlerin kullar tarafından uydurulmadığı, böyle bir şeyin imkansız olduğu ve aynı zamanda uydurma olmadıkları hususu ortaya çıkmış olmaktadır.
Bu bağlamda olmak üzere astronomik verilere dayalı olarak, Güneşin, Yıldızların, Dünya ve diğer Gezegenlerin ve dolayısıyla bunlar üzerinde bulunan Dağlar, Ağaçlar, v.s. nin ister istemez Allah’a secde ettiğini ispatlamayı amaçladım. Fakat konuya geçmeden önce evvelce konu edilmiş bu tür gerçeklerden hatırlatma mahiyetinde kısaca bazı örnekler vermekte yarar vardır.
1- DÜNYA UZAYDA HAREKET ETMEKTEDİR
Kuran'dan mealen:

-- Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O’dur. (Bunların) Her biri bir yörüngede yüzmektedir. 21/33
Gece ve gündüzün yörüngede yüzmesi, dünyanın yörünge içerisinde yüzmesi manasındadır. Zira gece ve gündüz Dünya’da oluşmaktadır.

2
- DÜNYA DÖNMEKTEDİR
Kuran'dan mealen:

- Ve sen dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar, bulutların gitmesi gibi giderler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 27/88

Aynı şekilde, dağların, bulutların hareket etmesi gibi hareket etmesi, dünyanın hareket etmesi manasındadır.

3- AY ÇATLAKTIR
Ay’ın yüzeyi 2000-3000 metre derinlikte ve uzunlukları çok fazla çatlaklar ihtiva etmektedir. Yer küreden bakıldığında tam karşıda oldukları için dünyadan derinliklerini ölçmek güçtür. Fakat kesin bir gerçektir ki nasıl bir karpuz derince çatlarsa Ay’da bugün o şekilde çatlak vaziyettedir. Ve Peygamber’in yaşadığı devirde bu çatlakların mevcudiyetini tespit edecek cihazlar insanların elinde mevcut değildir. Dünya dışında olmuş olan bu olayı Kuran’ın haber vermiş olmasının büyük bir önemi vardır. Kuran’ın Allah kelamı olmadığına inanan kimselere sormak lazımdır.O zaman peygamber bu olayı nasıl bildi?

Bu husus Kamer sûresinde şöyle belirtilmiştir, meâlen:

-- (Kıyamet) saat(i) yaklaştı, Ay çatladı. 54/1

-- Bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve “süregelen bir büyüdür” derler. 54/2

-- Yalanladılar, nefislerinin arzû ve heveslerine uydular. Hal bu ki her iş, yerini bulacaktır. 54/3

-- And olsun, onlara (bâtılda kalmalarını) önleyecek (ibret verici olayları anlatan) haberler geldi. 54/4

-- Onlar üstün bir hikmettir! Fakat uyarılar fayda vermiyor. 54/5

Evet, Kuran, Ay’ın çatlak olduğunu haber veriyor.

Şimdi de şu ifadelere bakalım:

“Ay’daki ovaların en önemlileri Fırtınalar denizi, Soğuk deniz, Dinginlik denizi ve Yağmurlar Denizi’dir. Ovaların ilgi çekici taraflarından birisi, yarıklardır. Ovalarda yer yer nehir yatağını andıran büyük yarıklar vardır. Güneş ışığı diplerine kadar inemediği ve yerküreden bakıldığında tam karşıdan görülükleri için, yarıkların derinliklerini ( bugünkü cihazlara rağmen) ölçmek güçtür. Ancak Ay’da 2-3 km derinlikte büyük çatlaklıklara rastlanmıştır.Bunların uzunlukları da çok fazladır. İncelemeler çatlaklardan bazılarının kenarlarının sarp, bazılarının da meyilli olduğunu göstermiştir.” (Ortaokul Fen bilgisi 1 Yazanlar Ömer BAYIN- Şükran GÜNEY- A. Rıza ÖZGEN, Milli Eğitim basımevi - İstanbul 1987 sayfa 74, M.E.G.S.B. Yayınları 106, Ders kitapları Dizisi 88.)
4- GÖKLER VE YER BAŞLANGIÇTA BİTİŞİKTİ BİR BİRLERİNDEN AYRILARAK GÖK HALEN GENİŞLEMEKTEDİR
Kuran’dan mealen:

-- Kafirler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık her canlı şeyi sudan yarattık? Hala inanmıyorlar mı? 21/31

-- Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz. 51/47

Yıldızların ışık tayfları üzerinde yapılan incelemelerde bu tayflarda kırmızıya kayma olduğu görülmüştür. Uzaklaşan cisimlerin ışık tayflarında kırmızıya kayma olacağından böylece Göğün gittikçe genişlemekte olduğu kanıtlanmış olur. Filmi tersine düşündüğümüzde hepsinin evvelce bitişik olduğu kolayca anlaşılır. Bu olay Bing Bang (Büyük patlama) adıyla meşhurdur.

5- YÜKSEĞE ÇIKTIKÇA OKSİJEN AZALIR
Kuran’dan mealen:
-- Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar; Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (O kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. 6/125

Bu ayette belirtildiğine göre sema ya yükselen bir kimse göğsünde bir darlık duymaktadır. Bu ise havanın sonsuz olmayıp sınırlı olduğu manasındadır. Bugün biliyoruz ki, yüksek hava tabakalarındaki hava yoğunluğu, aşağıda olan hava tabakalarındaki hava yoğunluğundan daha azdır. Belirli bir yükseklikten sonra da hava yoktur. İnsanlar, yüksek hava tabakalarına çıktıkça buradaki havanın azlığı neticesinde nefes alıp vermede bir darlık hissederler, göğüsleri dar ve tıkanık hale gelir.

6- BAZI DENİZLERİN SULARI BİRBİRLERİNE KARIŞMAZ
Kuran’dan mealen:

-- İki denizi salıverdi, birbirlerine kavuşuyorlar (temas ediyorlar) 55/19

-- Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. 55/29

Fransız Jagues Cousteau (Kaptan Kusto) yapmış olduğu araştırmalarda farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında iki denizin karışmasını engelleyen bir su engelinin varlığını tespit etmiştir. Böylece “Modern İlim” Kuran’ı doğrulamıştır.

Bunlar gibi birçok gerçeklerin Kuran’da yer etmiş olduğu tespit edilmiş olup, basında geniş şekilde yer almışlardır. Amacım bunları burada detaylı bir şekilde anlatmak olmadığından birkaç örnek verip kısaca değindim. Asıl amacım daha önce belirttiğim gibi, basında yer almamış olan, Güneş’in, Yıldızların, Dünya ve diğer gezegenlerin ve dolayısıyla bunlar üzerinde bulunan Dağlar, ağaçlar, hayvanlar v.s.nin ister istemez Allah’a nasıl secde ettikleri konusuyla ilgilidir, ayrıca bu konu birinci sorununda cevabını teşkil etmektedir. Şöyle ki,

Kuran’dan mealen:

-- Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez Allah’a secde edeler. Gölgeleri de sabah akşam (uzanıp kısalarak O’na secde etmektedir.) 13/15

-- Güneş de, ay da bir hesap iledir. 55/5

-- Necm (yıldızlar, bitkiler) ve ağaçlar (Allah’a) secde etmektedirler. 55/6

Görüldüğü gibi, göklerde ve yerde bulunanların hepsinin ister istemez Allah’a secde ettikleri Kuran’da açıkça belirtilmiştir. Bunun bir yıldız, bir gezegen veya bir insan olması arasında fark yoktur; bu bir genel kural olarak geçerlidir. Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir. Madem ki her şey Allah’a secde etmektedir, o zaman herkes iyimidir? Kuran’da istemeyerek secde edenlerin secdeleri amel yönünden yok sayılarak makbul olmadığı belirtilmiştir. Şöyle ki; Kuran’dan mealen:

-- Görmedin mi ki, muhakkak Allah'a göklerde olanlar da ve yerde olanlar da ve güneş, ay, yıldızlar da ve dağlar, ve bütün hayvanat da ve insanlardan bir çoğu da secde ederler. Ve birçokları da vardır ki, onun üzerine de azap hak olmuştur ve kimi ki, Allah bedbahtlığa düşürürse artık onu saadete erdirecek bir kimse yoktur. Şüphesiz ki, Allah dilediğini işler. 22/18

Secde olayı başın bir satıh üzerine eğilerek, alnın o satıh üzerine değdirilmesi olayıdır. Örneğin: Namazda alnın yere değdirilmesi secde olayıdır. Alın yere getirilmeden yalnız bel bükülürse bu rüku olayıdır. Veya yerde yatan bir kimse alnını yere doğru uzatarak yere koyarsa secde etmiş olur. Sabah ve akşam gölgelerin uzaması ve kısalmasının secde sayılması gibi. Bundan da anlıyoruz ki secde de ana esas bir yaratığın başını bir satha doğru bükerek, alnını o satıh üzerine değdirmesidir. Bu da çeşitli şekillerde yapılabilir. Şimdi bundan hareketle Dünya, Güneş, Ay, Gezegenler ve Yıldızların böyle bir secde hareketinin olup olmadığına bakalım, zira Kuran’da bunların secde ettikleri açıkça belirtilmiştir.
Konumuza ilk önce Dünya’yı ele alarak başlayacak olursak, bilindiği gibi Dünya uzayda bir noktada sabit olmayıp hareket halindedir. En meşhur hareketleri, kendi etrafında ve Güneşin etrafında yapmış olduğu dönme hareketleridir. Fakat bu iki hareketten başka daha birçok hareketi vardır. Ay’ın çekim gücünün tesiriyle yapmış olduğu Salınım hareketi. Prezisyon olarak isimlendirilen Topaç hareketi. Nütasyon olarak isimlendirilen Sallanma hareketi, Güneş’le birlikte yapmış olduğu, Güneş’in yörüngesi üzerindeki hareketi v.s. Gibi. Bu hareketlerin içinde öyle bir tanesi var ki Dünya bu hareketiyle baş eğerek secde etmektedir. Bunu izah ettiğimde secde hareketi olduğu açıkça görülecektir. Şöyle ki:
Dünya’nın dönme ekseninin yörünge düzlemine bu gün için dik olmayıp yaklaşık 23,5 derece eğik olduğu bilinen bir husustur. Bak şekil 1

Şekil 1

İşi ilginç kılan, bu eğimin sabit olmayıp değişken olduğudur. Bu açının 100 yıllık bir sürede değişimi ise şöyle veriliyor:
BAŞI EĞİK DÜNYA

ARZIN (DÜNYA) YÖRÜNGEDEKİ
YILLAR DEĞİŞEN EĞİM AÇISI
----------- -------------------------------------------------
1990 23 derece 27 dakika 8,26 saniye
1910 23 “ 27 “ 3,58 “
1920 23 “ 26 “ 58,89 “
1930 23 “ 26 “ 54,21 “
--- ------------------------------------
1970 23 “ 26 “ 35,47 “
1980 23 “ 26 “ 30,78 “
1990 23 “ 26 “ 26,10 “
2000 23 “ 26 “ 21,46 “

( Veriler için bak: Uzay ve Dünya, Taşkın TUNA Yeni Asya Yayınları B.1982 S.95)

“670 sayfalık The Flammantion Book of Astronomy (London:George Allen and Unwin Ltd.) kitabının 50. Sayfasında Milâttan sonraki 9. Asırda (Hz. Peygamberden 300 sene sonra Arap astronomi âlimlerince Dünyanın yörünge düzlemi ile yaptığı açının 23 derece 35 dakika olarak hesaplandığı yazılıdır. İçinde bulunduğumuz 1980’li yıllarda bu değer 23 derece 26 dakika 30,78 saniye olarak ölçülmektedir. Astronomi ile yakından ilgili uzmanların belirttiğine göre, bu açının her asırda 47 saniye kadar küçüldüğü görülmektedir. Daha değişik bir ifade ile her 128 yılda bir, bir dakikalık açı kadar azalma söz konusudur. Arzın yörünge düzlemi ile yaptığı bu açıya uzay fiziğinde “obliquity” ismi verilir. Eğer önümüzdeki asırlarda da bu açının değeri gittikçe azalacak olursa Dünya’mızın “eğik” başı yavaş yavaş doğrulacak ve bu açı sonunda “sıfır” değerine ulaşacak... O zaman ne mi olacak? Hiç. Sadece mevsimler ortadan kalkacak! (Uzay ve Dünya, Taşkın TUNA Yeni Asya Yayınları B.1982 S.96)

Verileri esas alarak şöylece hesap yapacak olursak:

1980 23 derece 26 dakika 30,78 saniye
1990 23 derece 26 dakika 26,10 saniye
__
_______________________________
FARK 0 0 4,68 saniye

On yılda 4,68 saniyelik açı azalması oluşmuş olur; yüz yılda 4,68 x 10 = 46,8 saniyelik saniyelik açı azalması meydana gelmiş olur. 60 saniyelik yani bir dakikalık açı azalması için geçmesi gereken süre :

46,80 saniyelik açı azalması 100 yılda oluşursa
60,00 “ “ “ X “ oluşur?D.O.

60,00 x 100 : 46,80 =128,20512820512820512820512820513 yıl da. Yaklaşık her 128 yılda bir, bir dakikalık açı azalması olacağı hesabıyla, derece ve dakikaları esas aldığımız da, dönme ekseninin yörünge düzlemine dik olması için geçmesi gereken süre:

Dünya’mızın 1990 yılın da eksen el konumu:
23 derece 26 dakika 26,10 saniye, saniyeleri dikkate almayarak şöylece hesap yapabiliriz:

26 dakika için= 26 dakika X 128 yıl = 3.328.- yıl da
23 derece için= 23 X 60 X 128 = 176.640.- yıl daTOPLAM 179.968.- yıl da eksen dik olur. Bak Şekil 2



Şekil 2
Açının sıfır olduğu bu konumda mevsimler ortadan kalkmış ve ekvator düzlemi yörünge düzlemine paralel olmuş olur. Anlaşılan odur ki hareket bu konumda durmayıp dünya ve gök durdukça yönünü değiştirmeden devam edecektir zira bilindiği gibi uzay cisimlerinde hareketler bir sarkacın hareketleri gibi iki yönlü olmayıp tek yönlüdürler. Örneğin: Dünya’nın Güneş yörüngesinde ki hareketi ile ayın dünya yörüngesinde ki hareketi bu şekildedir, ayrıca dünyanın kendi etrafında yapmış olduğu günlük dönüş hareketi yine tek yönlüdür, bundan da dünyanın dönme ekseninin yörünge düzlemine göre yapmış olduğu hareketin dairesel ve tek yönlü olması gerektiği açıktır. Böylece Dünya kutupları bir çember üzerinde olmak üzere bu çemberi kat eden 360 derecelik bir dairesel harekete sahip olması icap eder. Bu hareketi de süresi, yani tam bir dönüş hareketi yapması için geçmesi gereken süre :

360 X 60 X 128 = 2.764.800.- Yıl olarak hesaplanır. Bu gün için Dünya’nın eksen el eğikliği 23 derece 26 dakika kadardır. Bu eğikliğin doksan derece olduğu yani güney kutbunun güneşe tam dik ve kuzey kutbunun da tam zıt tarafta olduğu zamandan bu güne kadar kaç yıl geçmiştir? Bunu hesaplayacak olursak:

89 derece 60 saniye güneşe dik konum
23 “ 26 “ bu günkü konumu
__
_____________________________________
66 derece 34 saniye, bu güne kadar geçmiş olan derece ve dakika farkı. Bu da zaman suresi olarak:

66 derece x 60 dakika. x 128 yıl = 506.880.- Yıl dereceler için.
34 “ x 128 “ = 4.352.- Yıl dakikalar için
TOPLAM 511.232.- Yıl geçtiğini buluruz. Bak: Şekil 3



Şekil 3
İşte bu konum bana göre dünyanın tam secde halidir. Zira biz secde ettiğimizde, örneğin bel kemerimizi ekvator çemberi gibi düşünürsek bunun yer düzlemiyle 90 derecelik açı yapma konumunda alnımızı düzlem sathına değdirdiğimizde secde yapmış oluruz, bu konumda da başımızın tepe noktası tepe noktası kıble yönüne tam dik olmuş olur. Dünya’nın da ekvator düzleminin yörüngesi düzlemine 90 derecelik açı yaptığı konum başının tepe noktasını teşkil eden kutuplarından herhangi bir tanesinin güneşe tam dik olduğu ve düzlemiyle çakıştığı konumu teşkil eder (şekil 3). Bundan da yörünge düzlemini bizim ayak bastığımız yer gibi düşünürsek dünyanın secde hali açıkça ortaya çıkar. Ayrıca nasıl ki kendimiz secde ettiğimizde bütün bedenimiz ve üzerimizde bulunan saç v.s. gibi her şey secde ediyorsa, dünyada secde ettiğinde de kendisiyle birlikte üzerinde ve içerisinde barındırdığı insanlar, ağaçlar, dağlar ve her şey ister canlı olsun, isterse cansız olsun ister istemez secde etmiş olur. Bu hareket yalnız Dünya’ya ait olmayıp Güneş sistemindeki diğer gezegenler tarafından da yapılmaktadır. Gezegenlerin bu günkü eksen al konumları incelendiğinde bunun böyle olduğu kolayca anlaşılır. Şöyle ki: Güneş sisteminde bugün itibarıyla bilinen dokuz gezegenin (aslında tamamı on bir gezegen olmalıdır, iki tanesi henüz bilinmemektedir.) eksen al konumları bak şekil 4

URANÜS’ÜN KONUMUNA DİKKAT EDİLMESİ: URANÜS

Şekil 4

Uranüs gezegeninin bu günkü eksen el eğikliği 98 derece olup 8 derece farkla şekil 3 bahsettiğimiz Dünya’nın 90 derecelik eksen al eğimiyle aynıdır. Yani Uranüs 8 derecelik eksen el eğiklik farkından önce secde konumundaydı.
Uranüs’ün Hubble teleskopuyla kaydedilmiş gerçek resmi, aydınlık kutup gündüz, diğer kutup ise gecedir. Bak, şekil 5


Şekil 5

Güneş sisteminde keşfedilen dokuz gezegenlerin bu günkü eksen al eğiklik dereceleri aşağıdaki gibidir.

GEZEGEN ADI EKSEN AL EĞİKLİK DERECESİ
MERKÜR 2 Yörüngesine göre dik bir şekilde
dönmektedir. (kıyam hali)
VENÜS 178 Yörüngesine göre ters tarafta
dik bir şekilde dönmekte
olup, kutuplar yer değiştirmiştir.
(ayrıca izah edilecek.)

DÜNYA 23,4
MARS 24
JÜPİTER 3,1
Yörüngesine göre dik
Dönmektedir.
SATÜRN 26,4
URANÜS 98
8 derece önce tam secde
halindeydi.
NEPTÜN 28,8
PLÜTON 122
Bu gezegen de 32 derece
önce tam secde halindeydi,
Hareketin devam etmesi ile
58 derece sonra kutuplar
Venüs gezegeni gibi ters
Dönerek yer değiştirmiş
Olurlar, böylece dünya ya göre
Güneş burada batıdan
Doğmuş olur.

Görüldüğü gibi Uranüs 98 derecelik eksen al eğimiyle, 8 derecelik bir farkla dönüş ekseni güneşe diktir, bunun manası 8 derece önce tam secde halinde idi. Dünya’nın ve diğer gezegenlerin durumunun bu günkü konumlarını dikkate alarak bu merkezde olduğu ve yapmış oldukları eksen al eğim hareketinin tek yönlü dairesel bir hareket olduğuna dair bir örnek olmak üzere Venüs Gezegeninin bu günkü konumunu göstere biliriz. Çizelgede görüldüğü gibi bu gezegenin eksen al eğiklik derecesi 178 dır, bunun manası hareketten dolayı kutupların yer değiştirmiş olduğudur. Bundan dolayı Venüs Gezegeni diğer gezegenlere göre ters yönde, yani doğudan batıya doğru dönmekte olup, gezegenin üzerinden güneşe bakacak olsaydık batıdan doğduğunu ve 118 dünya günü sonra doğudan battığını görecektik. Kolay anlaşılması açısından örneğin: Dünya dönüş yönlerini hiç değiştirmeden hareketlerini sürdürerek 180 derecelik eksen al eğim derecesine geldiğinde kutuplar yer değiştirecek ve tıpkı bu gün Venüs Gezegeninde olduğu gibi Güneş batıdan doğacak ve doğudan batacaktır. Venüs ün bu günkü konumu hususun da astronomi çevrelerinde şöyle denmektedir:

“Bugün dönme süresinin 243 Dünya gününden biraz uzun olduğunu biliyoruz. Bu da, teknik olarak ‘Venüs günü’nün’ Venüs yılı’ndan uzun olduğu anlamına geliyor. İşleri daha da karıştıran bir şey de, Venüs’ün, Dünya ve Mars’a göre ters yönde, yani doğudan batıya dönüyor olmasıdır. Gezegenin üzerinden Güneş’e bakacak olsaydınız, batıdan doğduğunu ve 118 Dünya günü sonra doğudan battığını görecektiniz.
Venüs’ün bu alışılmadık davranışının nedenini hiç kimse bilmiyor. İlk zamanlarda, büyük bir gök cisminin çarpışıyla ters döndüğü gibi iddialar inandırıcılıktan çok uzak çok uzak, ama akla başka bir olasılık da gelmiyor.” (Gezegenler Kılavuzu, Yazan Patrick Moore 3 üncü baskı Mart 1996 sayfa 65-66 TÜBİTAK. )

Bu tür kozmik olaylarda, bu olaylar konusunda düşünen birçok kimselerin izahsızlığa düştüklerinde yaptıkları iddia muhakkak bir yerlere büyük bir gök cisminin, başka bir ifadeyle büyük bir meteorun çarptığı şeklinde yaptıkları iddialardır. Örneğin: Dinozorlar mı yok olmuş, Dünya’da buzul çağlarımı oluşuyor, dedikleri şey muhakkak büyük bir meteor Dünya’ya gelip çarpmıştır. Bugün buzul çağlarının en az yirmi kere Dünya’da oluştuğu bilinmektedir. Taş çarpma iddialarını dikkate alan bir kimse sanır ki sanır ki Uzay’da kozmik bir şakacı var canı çektikçe oraya buraya bir taş atıp durmaktadır. Bu tür izahlar kozmik izahlar olmaktan öte komik iddialardır. Bir gök cismini bir yönde hareketlendirmek için büyük bir meteorun çarpması gerekmez, günlerin oluşumu için dünyanın kendi ekseni etrafında yaptığı hareketi için gelip çarpan bir şey mi var; bu unun tabii olarak yaptığı bir hareket olduğu gibi, Dünya’yla ilgili olsun veya diğer Gök cisimleriyle ilgili olsun yapılan hareketler onların tabii hareketleridir, bazılarının hemen seçilememelerinin nedeni çok uzun bir zaman kesitinde oluşmalarından dolayıdır. Hareket bütün gezegenlerde müşterek olduğu için kutuplar her yer değiştirdiklerinde, doğuları ve batıları yer değişeceğinden her gezegen için iki batı ve iki doğu meydana gelmiş olur. Bu hususta Kûran’dan mealen:

-- Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? 55/16

-- İki doğunun ve iki batının Rabbi’dir. 55/17

Böylece Kûr’an iki doğunun ve iki batının mevcudiyetini haber vermektedir. Bu mesafelerin bir birlerine ters ve gezegenler üzerinde en uzak mesafelerde olduklarına dair Kûr’an’da çok ilginç şekilde örnek vardır. Şöyle ki, mealen:

-- Nihayet (zikrimize karşı körlük edip yoldan çıkan o adam), bize geldiği zaman (kötü arkadaşına) der ki: “Keşke benimle senin aranda iki doğu kadar uzaklık olsaydı (seni hiç görmeseydim); meğer ne kötü arkadaş(mışsın sen)! 43/38
Dikkat edilirse burada yalnız iki doğudan bahsedilmektedir. Bu düşmanından tam ters yerde ve en uzak mesafede bulunmak isteyen kimsenin arzu ettiği uzaklıktır. Zira daha önce de belirttiğime göre kutuplar yörünge düzlemine göre ters tarafta yer değiştirdiklerinde iki doğu veya iki batı arasındaki mesafe özellikle Dünya’da ekvatorun uzunluğundan dolayı iki nokta en uzak ölçüsünü bulmaktadır.
Gezegenler bu secde hareketini yaptıklarına göre bunu bir şeyin etkisinde kalarak yapmış olmaları gerekir. Bu da onları etkileyen Güneş’ten başkası değildir, zira Güneş’in de Eliptik düzlem normlarıy la 75° 15' lik eksen al eğim açısı vardır. Dolayısıyla güneşte aynı secde hareketini yapmaktadır. Güneş bir yıldızdır. Güneş’in bu şekilde hareket etmesi diğer yıldızların aynı şekilde hareket ettiklerinin kanıtıdır.
Astronomik yönden Dünya’nın secde halinde bulunduğu yani bundan 511.232.- yıl önce Güney kutbunun Güneş’e tam dik olduğu durumda, Güneş güney kutbunda hiç batmaz, yani bu konum devam ettiği sürece burada hiç gece olmaz. Tam ters konumda olan Kuzey kutbunda da bu süre içerisinde Güneş hiç doğmaz ve bu konum devam müddetçe kuzey kutbunda hiç gündüz olmaz. Bir dakikalık eksen al açı değişmesi için 128 yıl, bir derecelik açı değişmesi içinde 7.680.- yıl geçmesi gerektiği düşünülürse uzun bir süre bu durumda kalmış olduğu ortaya çıkar. Ayrıca bu konum buzul çağlarının da nedenidir. Kûr’an bu durumdan da bahsetmektedir. Şöyle ki, Kûran’dan mealen:

-- (Ey Muhammed) Sana Zulkarneyn’i soruyorlar. De ki: “Size onun hakkında (Kûran’dan) bir haber okuyacağım”. 18/83
-- Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta ve yol) verdik. 18/84

-- O da bir yol tutup gitti. 18/85

-- Nihayet Güneş’in battığı yere ulaşınca onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun yanında da bir kavim buldu buldu. Dedik ki: “Ey Zulkarneyn, (onlara) ya azap edersin veya kendilerine güzel davranırsın”. 18/86

Kuzey kutbunun hiç güneş almaması ve bu arada buzul çağı yaşanması nedeniyle çok fazla miktarda su buza dönüştüğünden tuz yoğunluğu çok artmıştır. Bu arada kuzey buz denizi karalar arasında kısılıp kalmış, başka okyanusların sıcak su akıntısı buraya girememiştir. Bundan dolayı kuzey buz denizi kara balçıklı bir göze halini almıştır. ZULKARNEYN’in gördüğü manzara kuzey kutbunun bu halidir.
Konunun daha iyi anlaşılması için buzul çağları hakkında bilgi vermekte fayda vardır. Örneğin: Temel Brıtanika cilt 4 sayfa 76 da şu ifadeler yer almaktadır.
“İskandinavya Dağlarındaki buz örtüsü kalınlaştı ve güneye doğru yayıldı. En fazla yayıldığı dönemde, buz örtüleri Britanya Adalarının, Kuzey Almanya ve SSCB’nin çok büyük bir bölümü, bütün Kanada’yı ve ABD’nin kuzey bölümünü kapladı. Böyle bir örtüsü bugün ancak Grönland ve Antarktika da görülebilir.
Buz örtüsünün yayılması ve her “buzul ilerleyişi” dönemini, iklimin bugünkünden daha sıcak olduğu olduğu bir dönem izledi. Buzulların ilerlediği dönemlerde de tropik ormanlar ve tropik çayırlar vardı, ve bunlar ekvator boyunca değişiklik gösterdi. Başlangıçta çok fazla suyun buza dönüşmesi nedeniyle her yerde alçalan deniz düzeyi daha sonra buz örtüsünün gittikçe artan büyük ağırlığı kıtaları aşağı doğru bastırınca yeniden yükseldi.
Hayvanlar daha sıcak iklim bulmak için güneye göçtüler.
Buzul çağı döneminde Kuzey Buz Denizi Dünya tarihinde ilk kez neredeyse tümüyle karalar arasında kısılıp kalmış başka okyanusların sıcak su akıntısı buraya girememiştir. (Temel Brıtanika C.4 S.76 Hürriyet Gazetesi yayını.)
Görüldüğü gibi Buzul Çağı son olarak Kuzey yarımkürede meydana gelmiştir, bundan dolayına hayvanlar daha sıcak iklim bulmak için güneye göçtüler. Kuzey Buz Denizi tümüyle karalar arasında kısılıp kaldığından 18 (Kehf) 86 da bahsedildiği gibi yoğun tuz oranından dolayı kara balçıklı bir göze halini almıştır ve burası Güneş’in battığı yani bu konumdan anlaşıldığı üzere hiç güneş almayan başka bir ifadeyle bu konumda gündüzün olmadığı yerdir.

Kuzey kutbunun durumu bu olunca, ters tarafta yer alan Güney Kutbunun şartları tam ters olarak teşekkül etmelidir. Şimdi Güneş’in batmadığı yani Dünya’nın bu konumunda hiç gece olmayan yeri, buzul çağını dikkate alarak arayalım. Bu hususta Kûran’dan mealen:
-- (Zulkarneyn) Sonra yine bir yol tuttu. 18/89
-- Nihayet Güneş’in Doğduğu yere ulaşınca onu, öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlara Güneş’in önünden (korunacak) örtü yapmamıştık. 18/90
Burada Zulkarneyn öyle bir kavim yanına gidiyor ki, Allah onlara Güneş’e karşı korunacakları bir örtü yapmamıştı. Burada örtüden maksat elbise değildir. Zira İslam’da tesettür vardır, ne Zulkarneyn gibi bir kimsenin çırılçıplak kimselere bakması uygundur, ne de o kavmin çırılçıplak bir arada yaşamaları tesettür yönünden uygun olurdu. Burada olmadığından bahsedilen örtü gecedir. Yani burada bu devirde hiç gece olmuyordu. Böyle olduğuna dair Kûran’dan delil gösterecek olursam, mealen:

-- Geceyi (karanlığıyla sizi örten) bir elbise yaptık. 78/10

-- O, geceyi sizin için elbise, uykuyu dinlenme, gündüzü de (etrafa) yayılıp çalışma (zamanı) yaptı. 25/18

Dikkat edilirse, Kûr’an’da gece elbise yani örtü olarak tanımlanmıştır. Durum böyle olunca gecenin olmadığı yer, Dünya’nın en son olarak yaptığı secde konumundaki Güney Kutbudur.
Güney kutbunda daha önce buz katmanı olmadan yaşam olduğuna dair 1983’te Jeolog Peter Webb Trans antarktik dağlarındaki Sirius katmanlarında, ılıman koşullarda yaşayabilen, kendi iddiasına göre üç milyon yıllık mikro fosiller bulmuştur. Her ne kadar üç milyon yıl bana göre abartılıysa da, zira benim yaptığım hesaplamaya göre buradaki en sıcak dönem yaklaşık 511.232.- yıl önceydi. Yinede bulduğu fosillerin varlığı çok önemlidir. Önceleri bu diatomların bölgeye rüzgarla taşındığı düşünüldü, fakat 1990’a değin güney sahilinde bulunan ağaç yaprağı ve kök fosillerine varıncaya kadar sayısız başka fosil ele geçirildi. Başka araştırmalarda da su seviyesinin daha önce 25-30 metre daha yüksek olduğu saptanmıştır. Bu da şu andaki buz tabakasının varlığından dolayı su seviyesinin düştüğü, başka bir ifadeyle daha önce buz tabakası olmadığından deniz seviyesi 25-30 metre daha yüksekti. Bu hususlarla ilgili olarak TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisinde yer alan ifadeler şu şekildedir.

“Her şey 1983’te Jeolog Peter Webb Trans antarktik dağlarındaki Sirius katmanlarında, ılıman koşullarda yaşayabilen, üç milyon yıllık mikro fosiller bulduğunda başladı. Önceleri bu diatomların, bölgeye rüzgârla taşındığı düşünüldü. 1990’a değin, güney sahilinde bulunan ağaç yaprağı ve kök fosillerine varıncaya kadar bu savı destekleyen sayısız başka fosil ele geçirildi. Bambaşka aramalarda, üç milyon yıl önce su seviyesinin 25-30 metre daha yüksek olduğu saptanınca, “değişkenci” kampın savları iyice güçlenmiş oldu.” (TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisi Sayı 352 Sayfa 27. )

Böylece açıkça görülür ki bundan beşyüzbin yıl kadar önce Güney kutbu Güneş’e tam dik olduğundan burada hiç gece olmuyordu ve buz tabakası yoktu. Kuzey kutbu da bu çağda ters tarafta yer alması nedeniyle, burada da hiç gündüz olmuyordu. Bütün bu hususları dikkate aldığımda, bana göre bu konum Dünya’nın secde durumunda olduğu konumdur ve Kehf süresinde belirtilen durum da bununla ilgilidir. Ayrıca, Zulkarneyn isminden kastedilen hususa gelince, bilindiği gibi Zulkarneyn kelimesi iki boynuzlu veya iki çağ manasına gelmektedir. Bundan da Kehf suresinde bahsedilen şahsın başında iki boynuz bulunduğu manası kastedilmemektedir. Anlaşılan odur ki bundan kasıt bu şahsın Dünya’nı iki kutbu arasında seyahat edebildiğine işarettir. Zira bugün bile Dünya’nın dönüş ekseni buradan geçtiği temsili olarak kabul edilen bir uzantıyla belirtilmekte ve her kutupta bir uzantı farz edildiğinde iki boynuz ifadesinden ne kastedildiği böylece anlaşılabilir. Çağ kelimesine gelince, bu şahsın buzul dönemi öncesini gördüğü gibi, buzul dönemine de şahit olduğunu anlaya biliriz. Bu da çok uzun bir ömür demektir, bir zamanlar insanların bugün olduğundan çok daha uzun bir ömür sürdüklerini Kûr’an bildirmektedir. Şöyle ki, mealen:
-- And olsun biz Nuh’u kavmine gönderdik, onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı (öğüt verdi, Hak yoluna çağırdı, dinlemediler) sonunda onlar, zulümlerini sürdürürken tufan, onları yakaladı. 29/14
Dokuz yüz elli yıl Nuh Peygamberin kavmi arasında sürdüğü yaşam sürecidir, ondan sonra ne kadar yaşadığını Allah bilir. Bir çok kimseye bu süre uzun abartılı gelebilir, fakat durum hiçte öyle değildir. Daha önce insanların daha uzun bir yaşam sürdüklerine dair fiziki bilimsel kanıtlar mevcuttur. Bu konuda TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanmış bir yazıyı aktararak, kendi görüş açıma göre konuyu izah edecek olursam, şöyle ki:

“Olgunlaşma süresini ölçmek için kullanılan yöntem ağaçların yaşlandırma yöntemine oldukça benzer. İnsanın ön diş minelerindeki çizgilerde, olgunlaşma sırasında oluşan bir artış var. Yalnız, ağaçlarda yılda bir kez artan halka sayısına karşılık; diş minesindeki çizgilerde artış yaklaşık haftada bir gerçekleşmekte. Dişin taç kısmına ek olarak bir de kök gelişmişse, kökün gelişim süresi de tahmin edilip, değere ekleniyor. Bu yöntemi kullanıp, incelenen Cebelitarık’taki bir çocuk Neanderthalin (fosil) dişleri, nu bireyin 3-4 yaşlarında öldüğünü gösteriyor. Ancak çocuğun beyin kutusunun hacmi 1400 cm³. Bu ise günümüz yetişkinlerine yakın bir değer. Ayrıca çocuğun azı dişlerinin gelişmişlik miktarı da günümüz yaşıtlarından farklı. Bu bilgiler, Neanderthal bebeklerin günümüz çocuklarından daha hızlı büyüdüklerini düşündürüyor.
Bazı araştırıcılar Neanderthallerin anatomik farklarının pek de önemli olmadığını, bugünün dünyasında yaşamış olsalardı - tabii tıraş edilmeleri ve modern giysiler giydirilmeleri durumunda - kimsenin dikkatini çekmeden dolaşabileceklerini iddia etmektedirler”. (Bilim ve Teknik Dergisi, TÜBİTAK yayını, sayı 342 sayfa 37.)

Bilimsel verilerle onlara yapılan yorumlar her zaman uyum içerisinde olmaya bilirler. Bu makalede de bana göre köklü yorum hataları yapılmıştır. Öyle ki, bir zamanlar çocukların üç, dört yaşında bugünkü yetişkin bireylerin bünyesel yapılarına eriştiklerini iddia etmişlerdir. O zaman, bu büyüme temposuyla yirmi yaşına gelen o çocukların, yetişkinlerinin on, onbeş metre boyunda olmaları da gerekirdi, fakat bugüne kadar ne kimse böyle bir şey iddia etmiş nede bununla ilgili olarak kanıt teşkil edecek iskelet fosilleri mevcuttur. Diğer bir husus “Neanderthallerin” tıraş olmaları ve modern giysi giymeleri şeklinde yapılmış şartlı olan iddia ki, bundan da bu kimselerin tıraş olmadıkları ve çıplak gezdikleri manası doğmuş olur. Bir iskeleti görmekle o iskelet sahibinin tıraşsız ve çıplak gezdiğini anladığını iddia etmek, düşündürücü olmanın ötesinde komiktir. Zira sormak gerekir, tıraşlı ve giyimli iskelet nasıl bir şeydir? bütün bunları bir tarafa bırakarak, bana göre bulunan iskelet fosilinin ihtiva ettiği bilgi şu şekilde anlaşılmalıdır: Üç, dört yaş yaşlanmayla bugün ki yetişkin bireylerin vücut yapılarına, bulunan fosilin erişmiş olmasının manası daha önce belirttiğim gibi on, onbeş metrelik iskelet fosilleri mevcut olmadığından, tek bir yorumu kalmış olur, o da boy olarak büyümenin normal, yaşlanmanın bugünkünden daha yavaş olduğu hususudur. Bulunan iskelet üç, dört yaşında olmayıp, büyük ihtimalle belki de 60-70 yaşında veya daha fazla yaştadır, fakat fiziksel yaşlanma yavaş olduğundan bugünküne göre ancak 3-4 yaş, fiziksel yaşlanma göstermiştir. Bundan da yaşlanma temposunun bugüne göre çok daha yavaş olduğu bir dönem de yaşama sürecinin de bu günkünden farklı ve daha uzun olması gerekir.
Alıntı yazıda görüldüğü gibi Neanderthaller kelimesi geçmektedir, bu sözcük evrimcilerin iddia ettikleri evrim sürencinde bu günkü insanlardan bir önceki insan grubu iddialarıdır. Neanderthallerin bu günkü insanlarla aynı fiziki yapıda olduklarını söylemelerine rağmen bunların dışına bir iki maymun iskeleti ekleyerek bir tekamül zinciri iddia etmektedirler. Örneğin sırasıyla verdikleri bazı isimler: 1- Austrolopit. 2- Hecus afarensis (Lucy). 3- Homo sapiens neandethalensis. 4- Homo sapiens sapiens, şeklinde iskeletlerden bir kanıt zinciri iddia etmektedirler. Bu ise bir iskelet görmekle sahibinin tıraşsız olduğunu iddia etmekten daha tutarsız bir iddiadır, zira tekamül varsa gidip iskelet aramanın hiçbir manası yoktur; bugün insan olsun, maymun olsun tür olarak her ikisi hayatta mevcut olup yaşamaktadırlar. Eğer ki böyle bir tekamül varsa bu iki tür arasında en azından maymundan başlayarak insana doğru yüz binlerle ifade edilebilecek ışın şeklinde bir canlı serisi olması gerekirdi, fakat gerçekler bunun aksinedir, ayrıca diğer canlı çeşitleri içinde bu durum mevcut olmalıydı tekamül süre gelen bir olaysa her çeşidin kendi serisini sergilemesi gerekirdi, böyle bir durum yoktur. Kemik fosilleriyle tekamül ispatı iddiası, her gelişen seri bir alt serinin üzerine yükseleceğinden ve böylece alt serilerin yok olmasını gerekli kılacağından alt serilerle ilgili örneklerin yaşamaması gerekirdi, fakat ister ister alt alta isterse paralel olarak tekamül gösterdikleri iddia edilsin bu gün insan olsun, maymun olsun her ikisi de yaşayan birer tür olarak mevcutturlar, böyle olmasına rağmen bunların yaşayan tekamül serileri mevcut değildir, kolay olsun diye insanla, maymun örneğini verdim, aslında bu durum bütün türler için söz konusudur. Çeşitli tabiat şartlarında türler bazı hususlar kazanabilirler, tıpkı bir sporcunun yaptığı sporla ilgili özel kabiliyetler kazanması gibi fakat bu durum kendisiyle, spor yapmayanlar arasında türden çıkarıcı veya türü değiştirici bir olay meydana gelmez, tabiat şartlarının tesiri de o şekildedir. Kutuplarda yaşan bir kimseyle, çölde yaşayan bir kimse arasında insan olma açısından hiçbir fark oluşmaz. Bu gün kutupta yaşayan bir Eskimo’yla, çölde yaşayan bir Arap kolaylıkla ortaklık kurup beraber çalışabilirler. Zira her ikisi de tam anlamıyla insan olup, geçmişi yüz binlerce yıla dayanan değişik iklim şartlarında yaşamış olmaları onların insan olma olaylarında fiziksel değişiklik yapmadığı gibi, zihinsel kabiliyetleri de aynıdır, her ikisi de iki kere ikinin dört ettiğini bilirler.
Tabiattaki türlerin kendi içinde bazı değişmeler gösterdiği tespit edildiği halde, bu değişmelerin bir türü başka bir türe dönüştürme özelliği olmadığı bilinmektedir. Örneğin: Sivrisinekler kendilerine karşı kullanılan ilaçlara bünyesel bir direnç, bir bağışıklık sistemi kazanabilirler, hatta yapılarında olumlu gelişmeler olabilir, fakat hiçbir zaman sivrisinek olmaktan çıkıp kelebek olmazlar. Diğer yandan insan ve maymun arasındaki tekamülden öte diğer canlı türlerini de kapsayan ve bunların alt ve üst grupları arasında da üçüncü bir serinin “geçit tür” olması gerektiği açıktır. Kaldı ki tekamülün olmadığı deneysel olarak görülebilir, şöyle ki: İnsan veya maymunları 10.000.- kuşak gözlemlemek bu gün için insanların sahip olduğu bir imkan değildir, fakat bakteriler üzerinde böyle bir deney yapmak mümkündür, zira bunlar dokuz ayda oluşmazlar, birkaç dakikada bölünüp çoğala bilirler. Amerikalılar bu deneyi yapmışlar. (Bak. Bilim ve Teknik Dergisi sayı 346 sayfa 85 TÜBİTAK.) beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde bakterileri 10.000.- kuşak boyunca gözlem altına tutmuşlardır. Neticede bakteriler başka bir canlıya dönüşmediği gibi bakteriler biraz şişmanlayınca evrimciler “sıçramalı evrim” diye yepyeni bir kavram ortaya attılar. Bu da bir saniye içerisinde maymun insana evrimle dönüşebilir manasına gelir ki bununda süregelen tabiat oluşumu içerinde örneği olmadığından mantığı yoktur. Ayrıca şimdiye kadar iddia etmiş oldukları evrim mekanizmasına terstir. Zira bundan önce evrimin durağan ve sabit tempoyla, genetik mutasyonlar ve doğal ayıklama şeklinde geliştiğini söylüyorlardı. Fakat deney onları doğrulamayınca sıçramalı evrim iddiasını ortaya atarak tüm görüşlerini inkar ettiler. Bu iddia kendilerinden olan bazı kimselere ters gelmiş olacak ki Jonh Maynard Smit adlı evrim biyoloğo, bir bakterideki değişikliklerin üst türlere uygulanan evrim modelleriyle karşılaştırılamayacağı görüşünü ortaya atmıştır. Bu da binlerce çeşit evrim vardır manasına gelir bu da evrim yoktur demekle aynı manaya gelir. Ayrıca evrendeki maddi alemde gözümüzün görmekte zorlanmadığı bir “akıllı tasarım” vardır akıllı tasarımın varlığı evrime yer bırakmayacak bir mantık içerir. Tekamüle inanan evrimciler bütün iddialarını maddi varlık üzerinde yapılandırırlar, hal bu ki bizim beş duyumuzla gözlemlediğimiz evrensel yapı maddeden ibaret değildir. Madde bu yapı içerisinde çok küçük bir orandadır. Uzay boşluğu maddeyi kuşatır ve yapısı özelliğini değiştirmez, zaman da bu varlığın bir parçası olup maddeyle uzayı kuşatır, bulunduğu uzay katmanı içerisinde varlığı hep aynıdır. Ayrı katmanlarda değişik olma özelliğini bu konu harici olduğu için kısmet olursa Kuran’a dayalı olarak başka konuda anlatacağım. Bundan başka, kısmet olursa yaklaşık son bir asıdır farkına varılan ve bir sürü yanlış izahlarla anlatılmaya çalışılan “kuantum fiziğinin” hayattan somut örneklerle temel mantığını göstereceğim, bu mantık bilindikten sonra herkes tarafından “kuantum fiziği” olayları anlaşılır şekilde çözümlene bilir. Benim çalışma metodum belgelere dayalı somut örneklerdir, ancak anlaşılabilmem için bahis konusu mantığın bilinmesine ihtiyaç vardır. Tanıtma amaçlı olarak kısaca değinecek olursam, şöyle ki: Güncel hayatta kullanılan mantık bir olay içinde tek bir olayın meydana gelme özelliğidir, örneğin, basit olması açısından bizim için herhangi bir kapı ya açıktır yada kapalıdır, iki kere iki her zaman için dörttür, bunlar bir olay içerisinde tek bir olayı belirleyen kesin gerçekler olmasına ve kullar tarafından değiştirilemez gerçekler olmasına rağmen, varlıkta öyle olaylar var ki, bir olay içerisinde aynı anda iki ve daha fazla aykırı olayı taşırlar, her bir olay diğerlerinden farklı olmasına rağmen her gözlemlediğimizde doğru netice vermekle beraber diğerlerini yok etmez, yalnız başına gözlemlenmeyi sever olayın tamamını sahiplenerek kendisine dayalı hareket noktası oluşturur. Kapının açık yada kapalı olma olayı birinci mantık için kolay anlaşılır bir örnektir. İkinci mantık için kolay anlaşılır olarak ta şu örnekleri verebiliriz, şöyle ki:

1- Işıkla gölgeyi bir birinden ayıran sınır çizgisine bak, çizgi gölgeye mi ait, ışığa mı ait, aslında öyle bir çizgi var mı yok mu? Bir birlerinden farklı olan bu hususlar aynı anda birbirlerini yok etmeden gerçeği ifadelendirirler, çizgi ışığa aittir dersek doğrudur, gölgeye aittir dersek doğrudur, çizgi olarak vardır dersek doğrudur, yoktur dersek o da doğrudur. Bu tür versiyonlar yalnız ışıkla gölgeye ait değildir, iki maddesel varlık, örneğin iki kağıdı üst üste koy oluşan sınır çizgisi aynı hususları içerir.

2- Dairesel bir koşu pisti etrafında eşit mesafede, aynı yönde ve eşit hızda koşan iki koşucu düşün, bunların her biri aynı anda diğerinden, hem kaçmakta aynı zamanda kovalamakta, kaçmadığı gibi kovalamamaktadır da. İzahta hangi hareket noktasını alırsan al diğerlerini yok etmeden doğruyu ifade etmiş olursun.

3- Hareket halindeki bir vasıtada seyahat ettiğini düşün, vasıta hareket halindeyken vasıtanın hızına eşit bir hızla arka kapıya doğru yürüdüğünde, aynı anda hem geldiğin istikamete geriye doğru, aynı zamanda gittiğin istikamete ileriye doğru, aynı zaman da ne ileriye doğru ne de geriye doğru gitmektesin.

4- Zamanı düşün, bilindiği gibi zaman anlardan müteşekkildir, peki an nedir? “An” zamanın daha aza indirgenemeyen en küçük birimidir. Bu en küçük birimi somut olarak basitçe şu şekilde gözlemleyebiliriz. Elimize aldığımız bir kalemi ortalayalım, bir ucunu hareket ettirdiğimizde buna bağlı olarak aynı şekilde öbür uçta hareketlenir, bu kalemin boyutu ne olursa olsun, örneğin milyonlarca ışık yılı boyutunda olsa dahi durum aynıdır, hareket ettirilen uçtaki hareket boyuttan etkilenmeden öbür uca iletilir, işte “an” hareketin bir uçtan öbür uca iletilme zamanıdır, burada da iki durumla karşılaşıyoruz, a- hareket iletilmiştir o zaman arada bir süreç geçmiştir, b- iki hareket birlikte meydana gelmiştir o zaman arada zaman süreci yoktur. Böylece ikisi de doğru olan, diğer bir ifadeyle bir olay içerisinde iki olayla karşılaşmış oluruz. İşte “an“, hareketin, sırığın bir ucundan diğer ucuna iletilme zamanıdır. Bu var olmasına rağmen elde mevcut aletlerle ölçülemez, ancak zihnimiz boyutsuz olarak onu algılar.

5- Bir maddeyi kesmek suretiyle iki eşit parçaya ayırdığımızda her iki parça bir birine eşit olarak bağımsız şekilde ayrılır. Bu olayı ölçüp tespit edebiliriz, fakat yarılanmaları otomatik olarak süreklilik arz eden olaylarda bu o kadar kolay değildir, örneğin: Radyoaktif bir element düşünelim, yarılandığında tam yarıya geldiğinde yarılanmayı ifade eden ayırım hattı hangi yarıya aittir. Birincisine mi ait, ikincisine mi ait, bütüne mi ait, yoksa öyle bir ayırım hattı yok mudur.

Biz insanlar çalışmalarımızda genelde birinci mantığı kullandığımızdan, ikinci mantığın sahasına giren olayları da bunun la izaha kalkıştığımızda büyük yanılgılara düşeriz. Örneğin: İkinci mantık sahasına giren “kuantum” olaylarının, birinci mantıkla izah edilmeye çalışılması çok yersiz ve ters manzaralar üretir. Halbuki her mantığın kendisine ait kapsadığı bir saha vardır. Her birisi kendi sahasında doğru olarak kullanıldığında, çelişkiye düşürmeyen “kesin hakikatlere” götürür.
Her iki mantığın hakikatlerini kısmet olursa, Kuran’dan örnekler vermek suretiyle diğer konuları işlediğimde görmek mümkündür. Kolay anlaşılabilmek için iki mantığı tanıtmaya çalıştım.

Tekamül konusuna dönüp toparlayacak olursam, şöyle ki:
Bu olayda temel mücadele insanın belirlenmesinde tanım olarak ne olduğu etrafında odaklanmaktadır. İnsanı nasıl tanımlayabiliriz, gelişmiş bir hayvan mıdır, yoksa onu hayvanların tamamından ayıran farklı yönleri var mıdır. Evrimcilere göre insan gelişmiş bir hayvandır, bu öyle bir gelişme sürecidir ki, enerjisini, hak hukuk gözetmeksizin sağlanan üstünlüklerden alır. Eko sistem içerisinde bir hayvanın yaşayıp geliştirmesi için diğer bir hayvanın ölmesi gerekliliği vardır, hatta bazı hayvan türlerinde kardeş kardeşi öldürür, hata ana, yavrusunun ölüsünü yer. Evrimciler insanı da her şeyiyle hayvan olarak gördüklerinden güçlü insan veya insanların, kendilerinden zayıf insan veya insanları sömürmelerini hatta onları yok etmelerini tekamül sürecinin gereği olan normal bir olay olarak görürler, hal bu ki, konu insan olunca bu mantık dehşetin ta kendisidir. İnsan bu şekilde değerlendirilemez, bir organizmaya sahip olmasına rağmen, kendisini hayvanlardan ayıran bir çok özelliği vardır. İlk yaratıldığında özellikleri ne ise bugün de, gelecekte de aynıdır. Zararın derecesi ne olursa olsun, ona haksız yere verilecek her zarar suçtur ve sorumluluğu gerektirir. İnsanın konumu bu evrende çok özeldir. Ağır bir yük yüklenmiştir, dolayısıyla kendisine haksız yere zarar verilmesi veya baskı yapılarak rahatsız edilmesi kabul edilemez. Bu konuda, Kuran’dan mealen:

-- Biz emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi; (bununla berâber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok, zâlim, çok câhildir. 33/72
İşte insan “emanetin yüklenicisi” olarak, Göklerin, Yerin, Dağların yüklenmekten korktukları ağır bir emanet yükü yüklenmiştir. Gereğini yerine getirse ebedi mutlu olur, yerine getirmezse ebedi mahvolur. Bu emanetin hakkını yerine getirip getirmediğinin hesabını sormayı Allah kendi üzerine almıştır, Allah, peygamberlere dahi bu hususta hesap sorma yetkisi vermemiştir, bundan dolayı İslam dinine göre, hiç kimseye inancından dolayı baskı veya zorlama yapılamaz, malına canına namusuna v.s hiçbir şekilde saldırı yapılamaz ve zarar verilemez. İnanıp inanmamasının hesabını hiçbir insan ondan soramaz, bu konuda hesap sormak Allah’a aittir.

Kuran’dan mealen:

--Ve eğer onlara vaat ettiğimizin bazısını sana göstersek de veya seni (bundan önce) vefat ettirsek de, sana düşen sâdece duyurmaktır. Hesap görmek de bize düşer. 13/40

-- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğut’u reddedip Allah’a inanırsa, muhakkak sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir. 2/256

Görüldüğü gibi İnsan hayvan konumuna konularak zarara uğratılacak bir varlık değildir. Onun konumu hayvanlardan ap ayrıdır. Bundan dolayı insanın şahsi hakları muhakkak korunmalıdır. Ona yapılacak her haksızlık suçtur, yapılacak her iyilik sevaptır ve her ikisinin de karşılığı vardır. İnancı ne olursa olsun insan hakkı göz ardı edilemez. Zira insan “emanet yüklenicisi” olarak farklıdır.

Tekamülcüler İnsanı hayvan konumuna koyarak insan olma haklarını inkar ederler, arkasına saklandıkları şeyde tekamül iddialarıdır. Güya bu iddialarıyla İlâhi kitaplarda belirtilen İnsanın Adam ile Havva’dan gelme bilgisini yalanlayacak ve böylece İlahi kitapları boşa çıkaracaklar. Hal bu ki, adına tekamül dedikleri İnsanın gelişme olayı Kuran’da mevcut olup, İnsanın insanlığını inkar etmedikten sonra bütün çabaları Kuran’ı doğrulamaktan öteye gitmemektedir. Şöyle ki, Kuran’dan mealen:

-- Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz. 7/69 


NOT: Herşeyin Endoğrusunu ALLAH'cc Bilir,
Yukarıda Anlatılanlar, Kuran'ın Bilimsel Veriler Işığında Açıklamalarıdır.